Turistik amaçlı geldiğim sınır kapısından içeri ileri ay yürüyüşü ile süzülüverdim. Kuğu gölü balesi dikişsizliğinde minyon zamanda otele vardım. Haşmetli otelin lobisindeki kaşmir kaplı üzgün meşe sandalyelerin hallice olanına oturdum. O ne ki, etrafı süzerken birtakım olur olmaz terslikler gözüme çarptı. Altın yaldızlı tavanın Trajan Pro fontlu yazılarının üzerinden yansıyan beyaz yıldızların sarı ışıklarının hepsi bana doğru geliyor gibi gözüktü bir anlığına. Yoo yoo, gerçekten de bütün ışıklar gözümün içine içine giriyordu. Biri girse tamam da hepsi mi girer? Çevremdeki insanlara göz gezdirdim. Onlar da ışık görüyor muydu? Hepsi Sims figüranı habersizliğinde takılıyor gibiydi. Gözüm zemindeki mermerin içine enjekte edilmiş farklı renkteki taşların arasına karışmış ceket düğmesine ilişti. O da ne, düğmenin gözleri bıyık altından sinsice sırıtıyordu bana. Bir anlığına minyatür tedirginlikler yaşadım. Kendine bitişik zührevi derinliğin uçuk kafalarına dikine afaki dalış yaptım.
Bakışlarımı denizin dibine verdim. O devasa kanatlar, o müstesna kuyruk! O bir kuş muydu? Yoksa uçak mı? Süpermen olamayacağına göre, onun bir deniz şeytanı olduğunda karar kıldım. Ani bir hamle ile üzerine binerek yüzeye diye umduğum umarsız yolculuğa çıktım. Işıklar geri gelmişti. Sırtımda bir dokunaç hissettim. Gözümü attığımda karşımda bir el vardı. Eller Kadir dinlemez, inanıp izler. Gözler Ferdi’n aynasıdır, dinler. Kalbe karşıdır.
Yüzeye geri gelmiş olmamın sevinci tüylerimi dikeltti. Üşümüşçesine coşkulandım. O coşkuyla güzel taş binaların çevrelediği sokaklarda avareliğe başladım. Soho semalarında siması simyacıyı andıran simli makyaj modasına yenilmiş Simpson ailesiyle karşılaştım. Gelecekte bizi nelerin beklediğine dair ufakçana bir sohbetten sonra fazla vakitlerini almayıp zar atarak ilerledim. Hava güzel olmasına lakin bindokuzyüzellilerin içlik modası için için Londra semalarında boy gösteriyordu.
Afrikalıların dil olduğunu CM oynayanlar bilir, FM oynayanlar bilir gibi yapar, TCM oynayanlar unutulmuş maziyi yad ederken bulur. Bu kritik bilgiyi günü gelir mutlaka kullanırım diye umuyordum. Gün geçmeyegörsün ki böyle rastgele bir bilgi hayatın bir noktasında rast gelmesin.
Kışın özellikle bol pijamalar giyiyorum ki estetikçe İtalyan ana meydanlarındaki dev popoları içine rahatça sokabilelim. Bronz heykelleri avuçlamak koronaya davetiye çıkarır, iadeli taahhütlü posta ile evine gönderir. Tüm bunları düşünürken önceden tahmin etmişçesine bir şahıs ile karşılaştım. Kasım kişi miydi bu? Yok hayır. Lezo? Ayn gayn? İki ruhlu canlılar? Tüm bunlar nereden geliyor? O esnada damıtılmış bir ürperti vücudumu sarmaya başladı. Konsantre korkularım pastörize ihtiraslarıma karışmış, yegâne amacı zayıf miktarda tarçın koklatılmış Salep içmek olan guguk kuşları zamanın ötesinden beni gözetliyor gibiydi.
Neden sonra Gotham şehrime döndüm. Yaşayışların üzerine kurulduğu zayıf aksiyomlara dayalı düşük diksiyonlu insanların doğurduğu her gün yeni aksiyonlarla bezeli yeryüzü cehennemine. Ne de olsa benim cehennemim demeyeceğim. Cehennem cehennemdir. Yine de şu an için cehennemden arazi satın alıp kendini cennetini kurabiliyorsun. Hafif avuçlamalık bronzluk. Tekli koltuklu rahat hat.
⸘