Bir varmış, bir yokmuş… Evvel saman içinde, kuantum zaman içinde; breler gel gel iken, buraya gökdelen diken… Ben onun anasının, sülalesinin, yedi ceddinin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Boylu mu boylu, poslu mu poslu, kaslı mı kaslı, kafası feci dumanlı bir babayiğit varmış. Bu genç delikanlı uzaklar diyarının en büyük ülkesinin en güçlü hükümdarının en heybetli oğluymuş. Yalnızca gösterişli olmakla kalmayıp aynı zamanda çok zekiymiş de. Kendine olan güveni yüce dağların ardından belli olur, ismini duyanlar korku ile karışık saygıyı har vurup harman savururlarmış. Onun ismi Ubeydulbah imiş. Halk arasında da çok sevildiğinden kısaca Ubeybi diye anılırmış.
Büyük hükümdarın Hazinses adında bir oğlu daha varmış. Ona da kısaca Hazin derlermiş. Hazin Ubeybi kadar yetenekli değilmiş. Fakat akıllı bir oğlanmış. Babasının Ubeybi’yi varisi olarak gördüğünü düşünüyor ve bu sebeple onu kıskanıyormuş. Ancak yine de Hazin’in kardeşi Ubeybi’ye olan sevgisi ağır basıyor ve bu kıskançlığı kine dönüşmüyormuş.
Görkemli saraylarında hükümdarın yardımcılarından birinin Floatapra adında dünyalar güzeli bir kızı varmış. Floatapra’ya da kocakarılar kısaca Floa derlermiş. Dillere destan güzelliği herkesi büyülermiş. Yarı-masum bir cilveliğe ve kesinlikle hiç de masum olmayan işveliğe sahipmiş. Eşek gözlü bakışları ile erkekleri bir çırpıda ihtiras çemberine alır, başka yerini de çağrıştıran alımlı dudakları ile onları sersemletir, ardından gelen ceylansı nazı ile heveslerini kursaklarında bırakırmış. Nihayetinde, hükümdarın gençlik ateşi ile kanları kaynayan iki oğlu da Floa’nın şehvet esintisinden nasiplerini almış ve ona abayı yakmışlar. Güzel Floa da her bulduğu vakit o meşhur nazını çekse de neden sonra gönlünü Ubeybi’ye kaptırmış, gözü ondan başkasını görmez olmuş. Aşkından geceleri gizli gizli “Ubeybi Ubeybi” diye sayıklar olmuş.
Haşmetli hükümdarın emrinde çalışan düzinelerce gemiyi dolduracak kadar kölesi varmış. Köleler hükümdara kısaca Hük diyorlarmış. Buna karşın son derece ağır şartlarda çalıştırılan köleler az çalıştıklarında açıkla ve işkenceyle terbiye ediliyorlarmış. Esasen Hük ve oğlu Hazin kölelere karşı bireysel bir zalimlik yapmasalar da, o devrin normali olarak, yapılan bu zulme karşı da epey kayıtsızlarmış. Ubeybi’nin ise olağanüstü gücüne rağmen şefkat dolu kocaman bir kalbi varmış. Kölelere asla kötü davranmaz, onlara kötü davranıldığında onları korurmuş.
Günlerden bir gün, sarayda gizemli bir kadın beliriverir ve Ubeybi’nin esasen bir kölenin oğlu olduğunu, yüzmeyi küçük yaşta öğrensin diye anası tarafından nehre bırakıldığını, ancak nehrin akıntılı sularıyla taşınarak sarayın bahçesine ulaştığını anlatır. Kanıt olarak da Ubeybi’nin şişme ördek yüzme kolluğunu gösterir. Floa evlilik hayalleri kurduğu Ubeybi’nin aslında bir köle olmasına önce şaşırır, fakat hemen sonra bu sırrın duyulmasının Ubeybi’nin taht hakkını kaybetmesi anlamına geleceğini fark edip ani bir karar alarak gizemli kadını aşkının aleviyle ortadan kaldırır. Lakin Ubeybi bu konuşmalara kulak misafirliğine gitmiştir. Zengin kalkışı yaparak saraya geri döner.
Bir kölenin oğlu olduğunu öğrenen Ubeybi büyük bir şok yaşar, bu durumdan çok etkilenir. Kölelerin gece gündüz demeden çalıştırıldıklarından bitkin düşmüş halleri aklına gelir. Saraydan onları izlerken her birinin yüzünde annesini ve babasını görür. İrkilir. Bu adaletsizliğe dayanamaz. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ubeybi artık sarayda kalamayacağının farkındadır. Halkıyla beraber, onların yanında olmak, onları çektikleri bu zulümden kurtarmak ister. Buna karşın eğer Ubeybi tahta geçmezse Floa eli mahkûm Hazin ile evlendirilecektir. Eh, en güzel kız olmanın elbette ki bazı sorumlulukları vardır. Hazin ile evlenmek istemeyen Floa Ubeybi’nin köle olduğunu gizlemeye ve onu sarayda kalmaya ikna etmeye çalışır. Ona, son derece mantıklı şekilde, halkını bu şekilde sarayı terk ederek kurtaramayacağını, ancak hükümdar olduktan sonra sahip olacağı güç ile onları kurtarabileceğini anlatmaya çalışır. Ne var ki, hayalperestliği zekasına baskın gelen Ubeybi Floa’yı çok sevse de onun bu oldukça mantıklı sözlerine kulak asmaz ve kendini bir çırpıda kölelerin arasına atar.
Kölelerin arasında dikkat çeken Ubeybi saray muhafızları tarafından çabucak fark edilir ve onun aslında bir köle olduğu haberi hızlıca saraya yayılır. Hük, tahtın varisi olarak gördüğü oğlu Ubeybi’nin esasen bir kölenin çocuğu olduğu haberi ile alt üst olur. Ubeybi’nin hangi karısından olduğunu da unuttuğu için tüm karılarını derhal zindana kapatır. Muhafızlar tarafından yakalanan Ubeybi apar topar Hük’ün huzuruna çıkarılır.
Hük her ne kadar gerçek içini acıtsa da üvey oğlunun bunda herhangi bir suçu olmadığını ve kendisine bağlılık yemini ederse varisi olmasa da kraliyet ailesinin bir parçası olarak kalmaya devam edebileceğini söyler. Ubeybi’yi çok sevmektedir. Ubeybi de üvey babasını sevmekle beraber artık sarayda kalmaya devam etmesinin mümkün olmadığını ve var gücüyle köle halkını kurtarmak için çalışacağını bildirir. Ubeybi’nin ihanetiyle büyük hayal kırıklığına uğrayan Hük ona olan sevgisinden ötürü onu öldüremez, üvey oğlunun uzaklara, çook uzaklara sürülmesini emreder ve Ubeydulbah isminin bir daha anılmasını yasaklar. Floa kahrolmuştur. Hazin’in ise yüzünde gülümseme belirir. Ubeybi saraydan kovulur, aç ve susuz bir şekilde çöllere düşer.
Ubeybi uçsuz bucaksız çölde uzun süreler yürür. Gündüzleri +40, geceleri -20 derecelik sıcaklıklara rağmen tüm bu zorluklara göğüs gerer. Zira o, güçlüdür. Gündüzleri Floa’yı hayal eder, serap görür, geceleri beton battaniye hayal eder, yıldızları görür. Bu şekilde az gider, uz gider, dere tepe düz gider. Her ne hikmetse herhangi bir denizle karşılaşmaz ama sonunda bir dere kenarına konuşlanmış derme çatma hanelerden oluşan küçük bir köye varır. Köyün alımlı ve civelek kızları herkesin tahmin edebileceği gibi bin dereden su getirmekle meşgullerdir. O devirlerde sıklıkla başvurulan bir koca bulma yöntemidir bu. Derenin suyunu kovaya boşaltmakla meşgul kızlardan biri Ubeybi’yi fark eder. Fark edilmeyecek gibi değildir. Altın madeni bulmuşçasına hemen diğer kızlara seslenir. Ubeybi son birkaç gayret adımını attıktan sonra o büyük cüssesiyle kızların dibine yığılıverir.
Yunan tanrısı görmüşçesine başları dönen kızlar Ubeybi’yle pek iyi ilgilenir, hemen ona su verirler ve kendine gelene kadar başında bekleyerek Ubeybi’nin çıplak ve kaslı vücudunun ahenkli kıvrımlarını büyülenmiş bir şekilde seyre koyulurlar. Ubeybi neden sonra kendine gelir ve kızlara nazikçe teşekkür eder, ancak gitmesi gereken yolunun olduğunu söyler. Kızlar nereye gittiğini sorarlar. Ubeybi kafasını yukarı kaldırır, gökyüzüne bakar. Derin bir nefes alır ve “Bu alemleri yaratan Rabbimin ışığına gidiyorum.” deyiverir. Kızlar bu son derece derin ve karmaşık cümleden hiçbir şey anlamaz, “Hmm..”, “Yaa..”, “Demek öyle..” gibisinden zırvalamaya başlarlar. Kızların içinden, hepsi güzeldir gerçi ama, en bir güzeli olan Hariya Ubeybi’yi ayağa kaldırır ve “Öyle hemen gitmek yok. Bu gece misafirimiz olmalısın.” der. Ubeybi’nin karnından “Grapwl” diye bir ses gelir. Kızlar ürker. Aslında karnını doyurmanın fena olmayacağını düşünen Ubeybi kızın teklifine “Tamam.” der.
Köye uzun zamandır bir yabancı uğramamıştır. Bu sebeple Ubeybi’nin şerefine Hariya’nın ailesinin otağında bir akşam yemeği düzenlenir. Köy halkı arasında bilge konumunda olan Hariya’nın babası Ubeybi’ye nereden geldiğini sorar. Ubeybi köyün sakinlerinin kendi halkının dilinden konuştuğunu anca fark eder ve onlara hikayesini anlatır. Köy halkı şaşkınlık içindedir. Evvel ezelden masallara meraklı Hariya’nın abisi Yabuna bir anda ayağa kalkıp huşu içinde “İşte bu! Halkımızın beklediği, rahiplerimizin yüzyıllardır işaret ettiği kurtarıcı Ubeybi’dir!” diye haykırır. Yabuna bu cümleleri öyle bir gazla ve ilahi bir ilhamla söylemiştir ki, oracıkta hemen hemen herkes hemen biat eder. Hariya’nın babası bu kurtarıcı murtarıcı ayaklarını pek yemese de Ubeybi gibi donanımlı, prenslik terk birinin köye çok fayda sağlayacağını düşünür. Köyün cibilliyetsiz erkeklerinden artık gına gelmiştir. Kızı Hariya’yı Ubeybi’ye yamamak hayaliyle alık oğlu Yabuna’ya destek verir. “Evet! Kurtarıcımız, yol göstericimiz, yaratıcımızın elçisi budur! Onu takip etmek gerekir.” diye buyurur.
Ubeybi kendi halkının ona olan yüksek inancına pek anlam veremese de heveslenir. Hariya ve Yabuna başta olmak üzere tüm köy halkı onu bu vesileyle bir süre daha köyde kalmaya ikna ederler. Ubeybi’yi özenle yaratıldığı her halinden belli olan çehresi ve köylü masumiyeti ile büyüleyen Hariya günden güne Ubeybi’ye daha çok bağlanır. Başlarda Afrodit’i kıskandıran işve güzeli Floa’ya olan aşkından dolayı bir içim su duruluğundaki güzel Hariya ile çok yakınlaşmak istemeyen Ubeybi, yavaş yavaş Floa ile artık bir geleceğinin olamayacağını idrak edip kendisini sakınmasının yersiz olacağına kanaat getirerek, Hariya’nın varoş çekiciliğine sahip tavırlarının da yardımıyla bir sabah köylü kıyafetlerinin sakladığı cevherini sergileyen Hariya’yla samanlıkta halvet olur. Öğlene doğru işi anca biten Hariya bu durumu hemen anasına söyler, akşamına babası duyar ve gecesine düğünleri yapılır.
Gel zaman git zaman Ubeybi kayınbiraderi Yabuna’yla çokça vakit geçirmeye başlar. Yabuna ona çevredeki tepeleri ve mağaraları gezdirir. Yine bir mağara gezisinden dönüşte Yabuna’nın işemeye gittiği sırada Ubeybi’ye görünürler. Yaratıcısı Ubeybi ile ilk defa doğrudan temas kurar. Ona ayakkabılarını çıkarttırır. Çünkü Tanrılar ayakkabı sevmez. Ubeybi haklı bir şekilde Tanrıya yakarır “Halkım yıllardır acı ve sefalet çekiyor. Hiç utanmıyor musun onlara bunu reva görmeye? Ne biçim Tanrısın sen yahu!”. Tanrı kükrer. “Elbette ki ben gizemli yollarda çalışırım. Sen aciz insan aklınla ne biliyorsun ki de konuşuyorsun?” diye kendini savunur. Ubeybi çok ikna olmaz, ama saygıdan dinlemeye devam eder. Yaratıcı ona eski ülkesine geri dönmesi ve halkını zulüm ve kölelikten kurtarması gerektiğini bildirir. Ürkek Ubeybi endişeyle şaşkınlık karışımı bir ruh hali içinde “İyi ama, ben yalnızca bir kulum. Koskoca kadim ülkeyle nasıl başa çıkarım? O kadar insanı nasıl kurtarabilirim?” diye acınır. Yaratıcı ona ayaküstü hemen oracıkta birkaç el çabukluğu ve sihirbazlık numarası öğretir. Zaten inanmaya meyilli Ubeybi’nin gözü yanılır, her şeyi çift görmeye başlar. Dallar uçmakta taşlar kendi kendine hareket etmektedir. O güne kadar kendinden bildiği fiziksel gücün kudreti ve üvey babasından bildiği politik gücün hiddeti dışında bir gücün varlığına şahit olmayan Ubeybi, bu yeni ve gizemli güç karşısında hipnotize olur. “Bu Tanrı kim diye sorarlarsa ne diyeyim?” diye veda sorusunu sorar. Tanrı “Ben, neysem oyum.” diye yanıt verir. Öyle soruya böyle yanıt der gibi bir tonlama sezilmiştir Tanrının sesinde. Ubeybi daha fazla ilişmenin fayda getirmeyeceğini anlar ve huzurdan çekilir. İşeme dönüşü Yabuna’ya olanları anlatır. Yabuna saçı başı dağınık halde bıraktığı Ubeybi’nin jöleli hale gelmiş saçını ve fondöten kaplı nur yüzünü pek sorgulamaz, onu sabırla dinler ve ardından adeta Ubeybi’nin bunları söyleyeceği günü bekliyormuşçasına “Ne yapmak gerekiyorsa ben senin hep yanındayım, bunu da böyle bil.” deyiverir. Ubeybi’nin kafasında artık tek bir hedef vardır. Eski ülkesine geri dönmek ve halkını Hük’ün zulmünden kurtarmak. Halkını zamanında terk etmek zorunda kaldıkları topraklara geri kavuşturup yaratıcılarının gösterdiği yolda gitmeye ikna etmek. Lakin Hariya bu eski ülkeye geri dönme fikrine pek ısınamaz. Zaten bu gizemli, çok üst düzey algı ve durugörü gerektiren Tanrı işlerini oldum olası anlamamıştır. Ubeybi’nin yelloz eski sevgilisinin kollarına düşmesinden tırsar ve “Ben de geliyorum.” der.
Ubeybi ufak bir kafileyle eski ülkesine doğru yola çıkar. Dere gider, tepe akar, çöle vurup, nehri aşar. Yukarıdan dolandığı için yine herhangi bir denizle karşılaşmaz, ve sonunda eski ülkesine varır. Ülkesinde onun yokluğunda çok şey değişmiştir. Üvey babası Hük ölmüş, üvey kardeşi Hazin yeni hükümdar, eski aşkı Floa da yeni hükümdarın eşi olmuştur. Köle halkına yapılan baskılar azalmamış, hatta günden güne artmıştır. Ubeybi ve Yabuna birlikte Hazin ve Floa’nın huzuruna çıkarlar. Tahtın çevresinde Hazin’den sonra onun yerini alacak ufaklık varis oyun oynamaktadır. Floa Ubeybi’yi görünce coşkuya kapılır, her ne kadar yüzü biraz değişmiş olsa da o eski heybetinden hiçbir şey kaybetmediğini görür. Ubeybi lafı fazla uzatmaz. Hazin’e Tanrının mesajını getirdiğini ve halkını serbest bırakmak zorunda olduğunu söyler. Hazin bu üst perdeden konuşmalara pek güler. Eski üvey kardeşinin kafayı sıyırdığını düşünür. Ubeybi’ye köle halkı bırakma gibi bir niyetinin olmadığını iletir. “Kimmiş bu Tanrı da böyle bana meydan okurcasına emir verme cüretini gösteriyor?” diye de ekler. Ubeybi sanki bu anın geleceğini bekliyormuşçasına sabırsızlıkla iki metrelik asasını Yabuna’ya uzatır. “Göster Tanrımızın gücünü Yabuna!”. Yabuna asayı Hük’ün önüne atar, asa bir anda kocaman bir Kobra yılanına dönüşür. Floa çok korkar. Ama Hazin hiç etkilenmişe benzememektedir. Hazin’in yüzünde geniş bir tebessüm belirir. O akıllı bir hükümdardır. “Böyle ucuz sihirbazlık ve göz yanılgısı numaralarıyla beni kandırabileceğini mi sandın Ubeybi? Doğrusunu söyleyeyim, senden daha yaratıcı şeyler beklerdim.” dediği gibi yaverlerine işaret eder. Hazin’in yaverleri ellerindeki asaları ortaya atarlar. Bir anda onların da asaları yılana dönüşür. Yabuna’nın gözleri faltaşı gibi açılır. Ubeybi’yle göz göze gelirler. Yabuna’nın gözleri “Aha sıçtık! Ne yapacağız şimdi?” diye sormaktadır. Hazin bir kahkaha fırlatır. “Madem sihirbazlık sergilemek istiyorsun, bunu kendi halkının önünde sergile. Bundan sonra yapacakları kerpiçler için saman vermeyeceğim. Madem ki Tanrın bu kadar güçlü, halkına samansız kerpiç yaptırtsın da görelim!”. Beynini hurafelerle dolduran Ubeybi, kardeşi Hazin’in kıvrak zekâsı karşısında sürklase olmuştur. Hazin’in kahkahaları topluluğa yayılır. Hük’ün huzurundakiler Ubeybi ve Yabuna ile dalga geçerler. Hazin’in verdiği ferman hemen yazıcılar tarafından yazılarak kayıt altına alınır.
Hazin’in huzurundan elleri boş dönen Ubeybi ve Yabuna halkının yanına iner. Halk Ubeybi’nin Hük’e posta koyduğu ve nihayet onları serbest bıraktığı haberini duymak için bir umutla Ubeybi ve Yabuna’nın etrafına toplanır. Ancak Ubeybi acı gerçeği açıklar. “Tanrımı yüzüstü bıraktım, hepinize daha da büyük kötülük getirdim. Bundan sonra kerpiçleri samansız üreteceksiniz.” Özgürlüğe kavuşacakları hayaliyle toplanan halk bu sözler ve Ubeybi’nin acizliği karşısında büyük hayal kırıklığına uğrar. Her bir ağızdan homurtular yükselir. “Bu mu kurtarıcı dediğimiz adam?”, “Her şey daha da kötü olacak!” diye isyan ederler. İçlerinden biri galeyana gelmiş halkı daha da kışkırtır, “Taşlayın hemen bunu!”. Kurtarmak için geldiği köle halk Ubeybi’ye saldırmak üzeredir ki, sarayın muhafızları yardıma yetişir ve Ubeybi’yi halkın arasından alarak kölelerin isyan çıkarmasını önler. Muhafızlar Ubeybi’yi Floa’nın huzuruna çıkarırlar. Onu halkının linçinden Floa kurtarmıştır. Bunun karşılığında onun sevgisini bekler, gidişinden beri Hazin kendisine her dokunduğunda Ubeybi’ye lanet okuduğunu anlatır. Ancak Ubeybi artık evli bir adamdır. Floa’nın sırnaşmalarına aldırmaz. Floa ona karşı sitemini dile getirse de Ubeybi’nin artık yolu bellidir. Floa’yı yine yüzüstü bırakarak huzurundan ayrılır.
Ubeybi oradan doğruca Hazin’e çıkar. Tanrısının onun bu zulmüne karşı gazabını müjdeler. Hazin iyi eğitimli, gerçekçi bir insandır. “Nesneler kendi başlarına hareket eder, onları yönlendiren bir Tanrı yoktur! Yarattığımız putlar cahil halkı stabil tutabilmek için birer araçtır sadece.” der bilge bir tavırla. Ardından kendini geliştirmek için okuduğu kitaba dalar. Ubeybi “Şimdi görürsün sen” der ve kollarını göğe kaldırır. Anlaşılmaz bazı mistik sözler söyler. Ve o andan itibaren ülkede hiçbir şey yolunda gitmemeye başlar. Nehirlerden kan akar. Ülkenin gökyüzü günlerce karanlıkla kaplanır, her yeri alevler ve küller sarar. Hazin önce şaşırır, ama tüm bunların mutlaka mantıklı bir açıklaması olduğunu düşünür. Esasen tesadüf eseri tam da birkaç gün önce Santorini adasındaki yanardağ patlamıştır. O sebeple bu ve benzeri felaketler ülkenin başına gelmektedir. Ancak Hazin ve ülke halkı henüz bunu bilmemektedir. Tabi Ubeybi de boş durmaz, bu hoş tesadüfü kendine ve Tanrısına pay çıkartır. Üstelik bu da yetmezmiş gibi ülkenin başına gelen bu kötülüklerden kendi Tanrısını değil, Hazin’in ona olan itaatsizliğini sorumlu tutar. Şüphesiz ki Ubeybi’nin kafası nehirde bir karpuz gibi yıkanmış, beyni daha önce görülmemiş bir alkol ile sarhoş edilmiş gibidir. Hazin bu kepazeliğe daha fazla dayanamaz ve Ubeybi ile Tanrısına savaş açar. Kölelerin ilk doğan erkek çocuklarının ölmesini emreder. Ama çocuklar karışır ve esasen Hazin’in oğlu hastalanır. Floa oğlunun öleceğini duyunca onu kurtarması için Ubeybi’ye yalvarır. Ancak Ubeybi çaresizdir. “Tanrı kararını verdi, o çocuk acımasızca katledilecek. Benim elimden bir şey gelmez. Hem sadece bu tarafta değil ölüm sonrasında da çocuğunu ateşler yalnız bırakmayacak.” deyiverip işin içinden sıyrılır. Ubeybi’nin gözü artık kendi halkından başka bir şeyi görmemektedir. Kısa bir süre sonra Floa’nın oğlu ölür. Ülkede bir kargaşa başlar. Kaçmak için doğru zamanı kollayan Ubeybi hemen halkını şehir meydanına toplar. Halkına söz verdiği gibi onları ülkeden ve kölelikten kaçırıp Tanrısının yardımıyla özgürlüklerine kavuşturacaktır. Tabii küçük bir sorun dışında. Halkın koskocaman çölü aşabilecek ne suyu ne de yiyeceği ve de denizi aşabilecek ne gemisi ne de kayığı vardır. Ubeybi Tanrıdan ümit kesilmez der kendi kendine. Bu sözü yeni bulmuştur.
Köle halk Ubeybi’nin önderliğinde ülkeden kaçmak üzere yola çıkmıştır. Hazin hazırlığını tamamlar ve ordularını toplayıp kölelerin peşine düşer. Çöl boyunca kovalamaca devam eder. Ancak bu sefer kölelerin vatanlarına kaçabilmeleri için denizi geçmeleri gerekmektedir. Denizle karşılaşınca köleler kapana sıkıştıklarını anlarlar. Hazin’in orduları gitgide yaklaşmaktadır. O sırada halkın arasından birisi çıkar ve “Ubeybi sizi kandırdı. Denizi neyle geçeceksiniz? Birazdan Hük’ün orduları gelecek ve hepiniz öleceksiniz. Yol yakınken Ubeybi’yi yakalayıp Hük’e teslim olun!” diye bağırır. Halk her zaman olduğu gibi hemen galeyana gelir ve Ubeybi’ye taş atmaya ve onu linç etmeye çalışırlar. Ubeybi “Durun, yapmayın! Size kaç tane mucize gösterdim! Hala mı inanmazsınız bre deyyuslar!” diye çıkışsa da, halk gaza gelmiştir bir kere. “Sen sahte peygambersin! Hadi taşlayalım onu!” diye bağırırlar. Doğal olarak peygamber sabrına sahip olan Ubeybi bu durum karşısında yine de soğukkanlılığını kaybetmez ve halkını telkin eder. “Tanrı bize yol gösterecektir! Buna inanın.” dedikten sonra asasını kaldırır ve denize doğru tutar. “İşte onun kudretli eli!” dediği gibi deniz ortadan ikiye yarılır. Halkın bu mucizelere şaşıracak hali yoktur, can derdinde hemen açılan denizden ileri koşmaya başlarlar.
Bu noktada artık Hük’ün yardımcıları bile imana gelmiştir. “Adam denizi yardı! Belli ki Tanrı işin içinde. İnsan Tanrıya karşı savaşamaz! Hadi pofidik yataklarımıza geri dönelim!” diye yakarırlar. Hazin gururlu bir hükümdardır. “Aciziyet ve utanç içinde yaşamaktansa, Tanrıyla savaşırken ölmeyi tercih ederim.” der korkusuz bir kararlılıkla. Ordularına açılan denizden geçen kölelerin peşinden gitmelerini emreder. Ne var ki Ubeybi önderliğinde köleler denizi geçtikten sonra deniz Hazin’in ordusunun üzerine geri kapanır ve Hazin’in askerleri sanki onların canı can değilmişçesine boğularak acı içinde can verir.
Hük’ün ülkesinden Ubeybi önderliğinde kaçan halk artık özgürlüğüne kavuşmuştur. Ubeybi’ye Tanrının göründüğü dağın eteklerinde kamp kurarlar. Ubeybi “Ben bi Tanrıya çıkıp gelicem, sen ben gelene kadar halka göz kulak ol emi” diye Yabuna’ya tembihler. Aradan saatler geçer, Ubeybi dağa çıkmış fakat halen dönmemiştir. Adamın iki dakikalık yokluğunu fırsat bilen eski galeyancı gene halkı fişfiklemekle meşguldür. “Ülkeden kaçmakla hata yaptık. Orada çok çalışıyorduk ama karnımız da doyuyordu. Şimdi biz ne yiyip ne içeceğiz ha?” “Ubeybi geri dönmeyecek. Hepimizi kandırdı. Madem bu Tanrı var, hani nerede? Biz niye göremiyoruz?” Galeyancının her sözüyle halk daha da şevke geliyor, git gide onun sözlerini onaylayanlar çoğalıyor, halk Ubeybi’ye lanet okuyordu. “Eğer Hük’e altın bir Tanrı ile gidersek bizi affedecektir. Neyi bekliyoruz hala?” Sonunda Ubeybi’yi savunanların sesi cılız kaldı ve demokrasi gereği oy çokluğu ile galeyancıyı yeni liderleri olarak seçtiler. Eski ülkelerinden kaçarken arakladıkları altınlardan da buzağı şeklinde bir put yaptılar. Halk zevk ve sefaya düşmüştü. Altın buzağıya tapınıp ona insan kurban ettiler. Tecavüz ve vahşet gırla gidiyordu. Nankör halk sapkınlıkla coşmuştu. Kuralsızlıktan doğan kaosta gücü yeten yetene, herkes tuttuğunu koparıyor, kim vurduya gidiyordu. Kadınlar çıplak bir şekilde soyuluyor, erkeklerin üzerine bindiriliyor, müstehcen oyunlar ve danslar icra ediliyor, pislik içinde yüzülüyordu. Zulme uğrayanların çığlıkları zulmedenlerin kahkahaları ile bastırılıyor, sayıca aciz Yabuna ve Ubeybi taraftarlarının elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Bu esnada Ubeybi ise Tanrıyla beraber tabletlere yazı yazmakla meşguldü. Hazırladıkları tabletler halkı yola getirmek için birer temel kanun niteliğinde olacaktı. O devirlerde teknoloji ileri olmadığından uzun süren yazım işlemi sonunda biter. Ubeybi elinde kil tabletlerle Tanrının huzurundan indiğinde gördüğü manzara karşısında hayret ve dehşete düşer. “Ya mal mısınız amk? İki dakika sizi yalnız bıraktım yine yoldan sapmışsınız…” der düş kırıklığına uğradığı her halinden belli olan samimiyetiyle. Toy ve naif Ubeybi halkın doğası gereği embesil olduğunu bilebilecek erdeme sahip değildi. Zira bunun için istatistik ve sosyal psikoloji bilimlerinin gelişmesi gerekliydi. Halkının iyiliği için yaptığı onca şeye, hatta Tanrısının yardımıyla getirdiği onca mucizeye rağmen ona inanmamaları elbette ki Ubeybi’ye dokunmuştu. Taş olsa incinir. “Siz Tanrının buyruğuna layık değilsiniz” diye bağırır onlara. Galeyancının mı yoksa Ubeybi’nin mi peşinden gitmenin kendi çıkarlarına daha uygun olacağına karar veremeyen özgür halk, çok pis arada kalmıştır. Peygamber de olsa “Halka bişey olmaz, hepsi paçasını kurtarır olan sana olur, onlar için her şeyi yaparsın, gider sonunda seni taşlarlar” diye tembih edecek bir anaya sahip olmayışının eksikliğini hisseden Ubeybi son bir umutla halkına “Tanrının vaat ettiği topraklara benimle kimler geliyor?” diye bağırır. Toprak lafını duyan açgözlü halk bedavadan toprak zengini olacağı hayaliyle sonunda kararını verir ve galeyancıyı oracıkta taşlayıp linç ettikten sonra Ubeybi’nin peşinden gider.
Şeyinin dikine gitmeyip halkını zulümden kurtararak iyi mi yaptığını çok bilemeyen Ubeybi, “O gizemli yollarda çalışır, mutlaka bir bildiği vardır” diyerek kendini teselli eder. Velhasıl kelam, yüzlerce yıl zulüm gören halk, sonunda bir nebze olsun huzura kavuşur. Nitekim, onlar ermiş muradına seneler önce, biz çekeriz ceremesini yıllar sonra. Elbette ki akıl sahipleri için bu hikâyeden alınacak tonlarca ibret vardır ve insanoğlu aynı cümleden birbirine pi radyan zıt anlamlar çıkarmakla ünlü bir yaratıktır. İyi uykular!
⸘